14 Aralık 2011 Çarşamba

MHP (Maalesef Haliniz Perişan)


Görüş olarak daha yakın ve  daha uzak olduğum partiler var kuşkusuz, yinede yüzde yüz beni temsil eden bir siyasi parti olmadığı için hiçbir partiye ait değilim  Ama bir kez daha anladım ki ben partiler üstü biriyim. Geçmiş yıllarda bir iki partinin kadın kollarının havasını solumuştum. Siyasetten başka her türlü konunun konuşulduğu, evde beş çayı içmek yerine çaylarını teşkilat binalarına taşıyan, acaba çocuğuma bir iş ayarlayabilir miyim kaygılı, benzer düşünceli evde ki sorunlarından kaçış için bir yer arayan kadınların bir araya geldiği ortamlardı sadece. Niçin buradasın, neye inanıyorsun, amacın ne, ne yapabilirsin sorularına cevap veremeyecek bu hanımlar, partinin gövde gösterilerinde kalabalık yapmaktan başka hiçbir işe yarayamıyorlardı. Bulunduğun partinin tüzüğünü okudun mu? Partinin misyonundan  ve vizyonundan haberdar mısın? Alt yapıları olmayan bu hanımları televizyon ekranında ki pembe diziden alıp, doğrudan bir siyasi partinin kadın kollarına koyarsan ne beklersin. Bu hanımlardan bir şey beklendiği, umulduğu da yok zaten. Biraz ilgili olanlarda, kocalarının peşinden geldiklerinden oradalar. Kaç tane kadın var, yada hiç var mı ki? kocası siyasi bir partiye inanıyor, baş koymuş, o partinin üyesi, çalışanı ya da lideri. Kadında okumuş, araştırmış ve falanca başka bir partiye kendini yakın hissetmiş ve o partinin içinde. Masal gibi değil mi? Oylarını bile kocalarının istekleri yada baskıları doğrultusunda kullanan kadınlar var olduğu ülkemizde  bunları düşünmek ütopik.  
En büyük yanlış ki, bunu sağ, sol, bütün siyasi partiler maalesef yıllardır sürdürüyor, KADIN KOLLARI ne demek. Kadını bütünden ayrı bir kol olarak değerlendiren zihniyet nasıl beni temsil eder. Eşitlik nerede? Düşüncenin, davanın, eylemin, kadını erkeği kolu kanadı olur mu? Hepsi için geçerli olan bu feodal zihniyet de neyin nesidir? İçinizden bir iki aklı başında kadını yanımıza alır biz işimize bakarız. Sizde orada kadın kollarında çalın oynayın, oyalanın. Çiçek açın papatya olun, bir ampul gibi etrafınızı aydınlatın, asena olup uluyun.  2. Dünya Savaşından bu yana, kadının rolü figüranlıktan öte gidemedi. Savaş sonrası, Avrupa’da ki can ve mal kaybı erkeklerin isteği üzerine feminist akımı başlattı. Çünkü ucuz iş gücüne ihtiyaçları vardı, ekonominin yeniden diriltilmesi gerekiyordu. Çok sayıda kadın vardı ve sözde ekonomik özgürlük adıyla erkeklerin aldığı yarı ücretle ağır işte çalıştılar. Ve bugünün uzantısında pek bir şeyin değişmediğini görüyoruz.
Partilere dönersek, uzak olduğum bir partiyi keşfetme, gözlemleme fırsatı  yakaladım. MHP’nin Erciyes’de ki 16. Kurultayına katıldım. Bir otobüs Ülkü’cü ile Kayseri Erciyes’e gitttim bir gece Erciyes eteklerinde çadırda kaldım ve ertesi günü de onlarla geçirip İstanbul’a döndüm. Erciyes eteklerinde binlerce çadır vardı ve Türkiye’nin ve hatta Avrupa’dan bir çok gurbetçi arabalarıyla buraya gelmişti. Hiçbir türlü konforun bulunmadığı bu koşullarda haftalarca, aylarca kalanlar vardı. Bunca insan, para karşılığı bile buraya getirilip durduralamıyacağına göre onları birbirine bağlayan güç bir bağ var kuşkusuz. Partinin feodal ve ilkel yapısı çok göze çarpıyordu. Otuz saati geçkin otobüs yolculuğunda dinlenen Ankaralı Turgut, partinin ne kadar tabanda olduğunu ve tabanda da kalmaya mahkum olduğunun ispatıydı. İçe dönük olan, açılmaya ve yenilenmeye kapalı olduğu, ülkücülerin  her türlü söyleminden ve tavrından belli oluyor. Bozkurt işareti, bıyık ve genel görünüş itibariyle müthiş bir şekilcilik içinde hapsolmuşlar. Kanıksanmış olan,  MHP eşittir Faşist tanımının abartılı olmadığını gözlemledim. Asmak, kesmek, dövmek ve öldürmek gibi gayri insani sözler, kadın-erkek tarafından çok sık kullanılıyor. Tabi ki beni en dehşete düşüren kadınların bu sözleri çok rahat telafuz edebilmeleri. 30’lu yaşlarda bir kadının, bundan öte bir annenin insan boğazlamayı doğal karşılaması, gerektiğinde yapılmalıyı savunması, telefonun 2-3 dakikalık video kaydından, bir Çeçen’in bir Rus’un kafasını bıçakla kesip ayırması sahnesini soğukkanlılıkla ve keyif alarak izlemesi benim için dehşetinde ötesinde. O bir kadın. O bir anne. Ama nasıl? Bu soruların cevabını sözde onların geleneklerimi cevaplıyor? Davul zurnayla, halay çekmek istediklerinde bulundukları mekanın yetkilisinden izin alma ihtiyacı duymayan, “karışırsa, ağzını burnunu kırarız” sözlerinin içinde nerede anaç Türk kadını. Türklüğün, Milliyetçiliğin, bu olmadığı aşikar. Kesici alet taşımak, bıçak çakı gibi büyük bir gereksinim ve gereklilik gibi onlar için. Karşılarında ki herhangi bir insanın onların isteklerini karşılamayan bir cevaplarına karşın ilk akıllarına gelen çözüm yolu “dövmek”. Ocak başkanına yöneltilen, “reis su istedik vermediler” “reis odun istedik vermediler” gibi benzer sorulara reisin ilk cevabı “dövseydiniz” bir noktaya kadar şaka olarak algılamak istedi beynimin kıvrımları. Bir kez olsun, kazara olumlu bir fiil çıkmasını bekledim ağızlarından.
Ülkü ocakları kapatılmalı. Nedenine gelince, Ülkü ocaklarının; tut, yakala, parçala komutları ile itaatkar, sadık köpek yetiştiren K9 Eğitim Merkezlerinden  bir farkı yok. Onsekiz yaşının altında, gencecik körpe beyinlere siz ne verirseniz onu alır. Dünyada ki bir çok kavramdan, oluşumdan, olgudan bihaber gençlere yapılan, bir nevi insanlık suçu. Kişiliği oturmamış, eğitimini tamamlamış, okuyup araştırmamış, alt yapısı oluşmamış, kendi doğrusunu bulmamış bu gençlerin özgür bırakılması şart. İnsanoğlunun, alt beyninde ki aidiyat duygunu biliyoruz. Herkes, bir bütünün parçası, bir toplumun üyesi, bir yere ait olmak ister, ama ham beyinlerin olgunlaşıp, kendi gerçeğiyle ve rızasıyla orada olmaları gerekir. O gençleri yetiştirmek ve kendilerine dahil etmek MHP için bir başarı değil. Otuzlu yaşlarında biri, ben mevcut partilerin tüzüklerini okudum, icraatlarını inceledim, ve sizin söylemlerinizi doğru buluyorum, misyonunuz beni düşüncelerime paralel diyerek çıkıp, sizin partinize dahil oluyorsa bu bir başarıdır. MHP ne zaman ki bu gerçeği fark eder o zaman yol olacaktır.   
Fedai değil, vizyonu olan insanları partiye dahil eder,  sivri söylemlerini, köşeli düşüncelerini ne zaman ki törbüler, kan kokan marşlardan vazgeçer, bir yenilenme içine girer, kabuk değiştirir, ne zaman ki, Bozkurt olan o eller şakağa konup düşünmeye başlar, ne zamanki Bozkurt silkelenir, kuyruğunda ki keneyi, pireyi silkeler kendine gelir işte o vakit  çağdaş bir siyasi parti olur.    


Arzu ÇAĞLIBULANIK
10 Ağustos 2005

Severek İzlediğiniz Bir Diziden

Severek izlediğiniz bir diziden; 4 çocuk sahibi adam eşini aldatır ve boşanır sonra diğer kadınla evlenir. Sonra boşandığı eski karısına tecavüz eder ve kadın hamile kalır ve başkasıyla evlenir. Tecavüz eden adamın şimdiki karısı adamı boynuzlar, boynuzladığı adam tecavüz edilen kadının evlendiği ama ölen adamın eski karısının şimdiki kocasıdır. Evin büyük kızı, kocasını eski sevglisiyle aldatır. Evin küçük kızı kocasının abisine aşıktır zaten, ondan boşanıp abisiyle yatar. Evin büyük oğlu, düğün günü bir kızı kaçırır eve getirir. Evin henüz velet olan küçük oğluda bir kızı sever ama o kız da yüz vermez başkasını sever.

Dizinin adını vermeye gerek kalmadığını düşünüyorum ama varyasyonlar yazabilirim. Mesela; 'Öyle Bir Sıkar Ki', 'Öyle Uyur Ki Millet',  ' Ahlak Geçmiş Zamanda'  Ve sizler, yüksek maneviyat, merhamet duyguları ile izler. Belki bu aileye acır, kah orada ki bazı karakterlerin yerinde olmak istersiniz. Resmin tamamına baktığınız da 'Türk Ailesi' gibi gözüken bu hikayenin açılımında 'ne kadar mide bulandırıcı' olduğunu şimdi anladınız. Biz bu değiliz, hele 40 sene önce hiç böyle değildik. Siz anladıysanız, çevrenize da anlatın. Yada size iyi seyirler, devam edin.

3 Kasım 2011 Perşembe

WTA Championships İstanbul 2011 ve Tenis

İstanbul, Doha'dan devir aldığı WTA Turnuvasına 3 sene boyunca ev sahipliği yapacak. İlkini muhteşem bir organizasyonla başarıyla neticelendirdi. Wta, TTF ve Milli Gençlik ve Spor Bakanlığı işbirliğiyle. Türkiye Tenis Federasyonu başkanı Ayda Uluç hanım nezninde tün TTF çalışanlarına teşekkürler. Akılane bir girişimle sponsor olan TEB BNP Parias ve Türk Hava Yolları'da tüm dünyada milyonlara ulaşan seyircisiyle, marka tanınırlılığını arttırmanın haklı gururunu yaşıyordur şüphesiz. Bu tür organizasyonlara sponsor olmanın, kurumsal kimliğe katkısı diğer firmalar için örnek teşkil etmelidir. Dünyada yeri yadsınamaz olan futbolun, İstanbul'da tahtı sallanmıştır aslında. Sinan Erdem Salonunda WTA final maçları 15.000 seyirciye ulaşırken (500 kişide görevli vardır) aynı saatte İnönü Stadyumunda Beşiktaş-Sivas Spor maçı 10.000 seyirciye oynandı. Tenis ve seyircisi artık yerini bulmuştur ve bu dev organizasyonla rüştünü ispat etmiştir. TV kanalları, radyolar, medya artık bu değişimleri, gelişimleri göz ardı etmemeli, görmemezlikten gelmemelidir. Neticede deli gibi sahip çıktığınızda ata sporunuz değildir. Bu maddi kaynakları, imtiyazları, ilgiyi, alakayı CİRİT'e aktarsanız gam yemeyeceğim.

Sinan Erdem salonu, dünya standartlarında hazırlanmıştı, el dokuması yeni bir ipek halı gibi duran kort insanın başını döndüren harika renklerle çok davetkardı, iki baseline(dipçizgi) da yazan İstanbul yazısını eğilip öpesin gelir haldeydi. Işık, ses, ısınma gibi teknik konuların tümü aksaksızdı. Hafta arası ve saat 17:00'de başlayan maçlara rağmen seyircinin izdihamı, ilk günden, finale kadar dolup taşan tribünler tüm dünyaya dudak ısırttı. Bu kadar coşkulu, heyecanlı, bilinçli seyirciyi tüm dünya tenisçilerine kısmet olur umarım. Doğru yerde tempo tutan, doğru puanı alkışlayan, oyuncuların tümünü tanıyan, vuruşları bilen, 6-7 saat boyunca aynı dikkatle maçları izleyen, sadece 7'şer dakikalık aralarda ihtiyaç giderip nefes alan ama bu arada bile maçları konuşan bir seyirciye de bir alkış benden. Tüm dünyada rağbet görmeyen double (çiftler) maçında bile seyirci tribünlerdeydi. Dizi müptelası bir toplum olarak takip ettiği dizilerinden feragat edip saatlerce tenis izleyen bir kitle. Firmalar üzgünüm  ama AB ve B grubu oradaydı boşa TV reklamı verdiniz, verdiyseniz de keşke canlı yayınla turnuvayı veren kanallara verseydiniz. Dünyanın en iyi ilk 8 kadın tenisçisi, ilk günden son güne kadar final tadında maçlar izlettiler. Sanırım 6 günde 40 saat tenis maçı izlemiş oldum ve bu benim için görsel antrenman oldu.
Organizasyonda aksayan pek bir şeye tanık olmadım, olsaydım inanın çok sert şekilde kaleme alır ve dile getirirdim. Evet bu turnuvada eğreti duran tek karakter Fadik Sevin Atasoy'du, dersini hiç çalışmamıştı ve gülünç hatalar yaptı. Tenis severler olarak 'bu kadar kusur kadı kızında da olur' diyerek tolare ettik, seneye kesinlikle daha iyi seçim yapılacağından hiç kuşkum yok. Görevlerini fevkalade yapan, sabırlı, dikkatli, uslu , akıllı ball boyların ball girllerin gözlerinden öperim.
Turnuva başlamadan önce Wta Championship İstanbul'un web sayfasında, facebook sayfalarında, ilgili gruplarda, tweeterda, yetkililere seslenmiş ve' 25 Ekim günü turnuvanın İstiklal Marşı ile açılmasının gerektiğini düşünüyorum. Geçmiş yıllarda İstanbul Cup'larda yapılmamıştı ve içim sızlamıştı, özellikle 19 mayıs tarihine denk gelen İstanbul Cup'da bence zaruri idi. Şimdi de 29 Ekim Cumhuriyet bayramı ile çakışıyor. Lütfen bu konu es geçilmesin ve yerini bulsun.' yazmıştım. Sonrası, sosyal medyanın gerçekten yaptırım gücü var, mimarı ben miyim bilmiyorum ama turnuva İstiklal Marşı ile açıldı, önemli olanda sadece buydu zaten. Turnuva tarihi yaklaştığında, Türkiye'nin sıcak ve acılı gündemine denk gelmesi beni çok kaygılandırmıştı. Bir yandan vatandaş olarak canım yanarken, öbür yandan hem tenis sever olarak, hemde bununda bir görev olduğu, ülke adına ilk kez yapılacak bir sorumluluk olarak endişe duydum. İlk gün gayet moralsiz gittiğim wta maçında, benim gibi her şeye rağmen orada olan binlerce seyirci vardı. Tenis, seyircisiyle buluşmuştu. Sporun iyileştirici, rehabilite edici, yapıcı, birleştirici yanını o gün salondan çıkarken bir kez daha anladım. Yurt genelinde, hassas dönemlerden geçiyoruz sebebiyle kutlanmama kararı alınmasına rağmen, 29 Ekimde, solandaki her koltukta duran Türk Bayrağı ile, ball boyların üzerindeki bayrak tshirleri ile orada olan herkes Cumhuriyet coşkusunu yaşadı.
Oyuncularından bahsedecek olursam, Sharopova sakatlığından ötürü final oynayamayarak Türk seyircisini  2. kez hayal kırıklığına uğrattı. İlk gelişi 2008 İstanbul Cup'da ilk maçında elenerek, seyircinin hevesini kursağında bırakmıştı. O yüzdendir ki, sadece final maçı bileti almamak gerek, her zaman favorilerini finalde izleme şansınız olmayabilir. Wozniacki'nin dünya 1 numaralığının, tamamen puan meselesi, oynadığı turnuva sayısı ile ilgili olduğunu ispatladı. Akılda kalan, bir oyun ve vuruş sergileyemedi. Risk almayan, etkili vinner vuruşları olmayan, uzun rallilerde topu tutan bir oyunu vardı. En agresif oyunu, Radwanska, Kvitova ve Azeranka sergiledi. En ilginç isimlerden biri Bartoli idi. Çift el forehand ve backhand paralel vuruşları harikaydı ve kortta ki hareketliliği de gözlerden kaçmadı. Zvonavera, istikrarlı oynamadı, yakaladığı fırsatları değerlendiremedi. Staosur, seyirciden çok etkilense de, maalesef oyunuyla seyirciyi etkileyemedi. Kötü bir sezon geçirdiğini söyleyen Li ,korta mucize yaratamadı.Finali oynayan tenisçilerden Azarenka  her ne kadar inanarak oynasa, direnç gösterse de, Kvitova  1,750,000 $ büyük para ödülüyle dönen tenisçi oldu.
Son yılların tablosuna bakınca, kadın tenisinde, Rus, Belarus, Balkan ve Slavların hakimiyeti devam edecek gibi. Tüm dünya tenis seyircisi sanırım, İngiliz, Alman, İtalyan, Amerikan, İspanyol vs oyunculara hasret. Efsane isimler çıkmasını özledik. Neredeyse her köşe başında kort olan İspanya'dan hala bir kadın tenisçi çıkmadı. Hele ki, İngiltere 16. YY'da tenisi icat etmiş bu ülke, sorsanız 'Bir ingiliz Wimbeldon'ı kazansa ertesi gün kıyamet kopsa kabul edermisiniz? 'diye sorsalar sanırım hepsi 'evet' der, o denli.
Evet, harika bir organizyonunun altından alnımızın akıyla çıktık.Kesinlike bu iş kotarıldı. Artık kendimizi bu kadar küçümsemeyelim, acımasız olmayalım, bizi aşar, bizi yorar şeklinde yaklaşımlardan sıyrılalım çünkü bu ülkede güzel işlerde oluyor, daha da iyisine, daha da fazlasına açık olalım. Tenisle kalın ve tanışın.

21 Ekim 2011 Cuma

Lincoln ve Kennedy

DÜŞÜNDÜRÜCÜ; Hayatta bir çok şeyin tesadüfen olmadığına inanan biri olarak, buna asla tesadüf diyemem. Ya siz? 


Amerika Birleşik Devletleri’nin iki başkanı Abraham Lincoln ve John F. Kennedy’nin hayatları ve ölümleri arasında insanı hayrete düşüren, düşündüren ve şaşırtan benzerlikler var. Neler mi? Şimdi okuyacaksınız.
·         Abraham Lincoln 1860 yılında ABD Başkanı oldu.
·         John F. Kennedy 1960 yılında ABD Başkanı seçildi.
·         Lincoln ve Kennedy isimlerinin ikiside 7 harften oluşuyor.
·         İkisi de Beyaz Saray’da yaşarken birer evlatlarını kaybettiler.
·         İki Başkanda bir Cuma günü suikasta kurban gitti.
·         İki Başkanda kafasından vurularak öldürüldü.
·         Lincoln’un sekreterinin adı Kennedy’di.
·         Kennedy’nin sekreterinin adı ise Lincoln’du.
·         İkisi de birer güneyli tarafından öldürüldü.
·         İkisinin ölümden sonra da yerlerine bir Güneyli başkan atandı.
·         Her ikisinden sonra başkan atanan kişinin adı Johnson’du.
·         Lincoln’den sonra başkan olan Andrew Johnson 1808 doğumluydu.
·         Kennedy’den sonra başkan olan Lyndon Johnson  1908 tarihinde doğmuştu.
·         Lincoln’u vuran John Wilkes Booth 1839 yılında doğmuştu.
·         Kennedy’yi vuran Lee Harvey Oswald ise 1939 yılında dünyaya gelmişti.
·         Her iki katilin de 3 isimden oluşan 15 harfli adı vardı.
·         Suikasttan sonra Booth, tiyatro salonundan kaçmış ve bir depoda yakalanmıştı.
·         Oswald ise depodan kaçmış ve bir sinema salonunda yakalanmıştı.
·         Hem Booth hem de Oswald mahkemelerinden önce vuruldular.

Fakat bizim bir eksiğimiz var. A.B.D.’ne bağlılığımızı göstermek için Bakırköy’ün sahil caddesinin adını  Kennedy Caddesi koyan Adnan Menderes, bu benzerliklerin farkında olsaydı ayıp olmasın diye bir bulvara da Lincoln Caddesi adını koyarlardı kesinlikle.

DUVAR

BİR GÜN YIKILIR

Aklım erdiğimde karşılaştığım ilk duvar The Wall’du. Pink Floyd’un kült şarkısı ve filmi. Bir  isyan, başkaldırı, haykırış filmi. 15 yaş için biraz ağırdı ama benim tercihim değildi. Bu Pink Floyd, bu da Kuğu Gölü balesi, bu da Guguk Kuşu al oku gibi bombardımana uğradığım yıllardı ağabeyim tarafından. Yaşıtlarım ev ve okul civarlarından ayrılamazken, ben Taksimde sanat galerilerinde resim sergileri geziyordum. Keşfetmeye, gerçekten öğrenmeye, kabuğumun kırılmasının, kendimi bulma ve  olma çabalarının yıllarıydı. Fenamı oldu? Hayır tam tersine harika oldu. Yaşıtlarım Sezen Aksu ve Küçük Emrah  dinleyip içlenirken, benim harçlıklarımla aldığım ilk albüm Beethoven’kiydi. Kendimi övmüyorum, duyarlılık ve yaradılış farkıydı bu. Aristokrat bir aileden geldiğimden değil, çoğunluğun sıkıldığı şu meşhur Pazar konserlerinden keşfetmiştim Beethoven ve diğerlerini.  Yani onlar flörtçülük oynarken ben keşfediyordum. Çevremdeki duvarları ellerimle yavaş yavaş genişlettim, kendime yaşama alanı oluşturdum, öğrenerek, araştırarak. Öyle açım ki, ama öğrenmeye. Bitmek tükenmek bilmeyen bilgi açlığı, bir çeşit doyumsuzluk, en kötü yanı da sonu olmayışı. Uçsuz bucaksız bir derya öğrenmek. Ama bildiğim bir şey var, Sokrat’ın dediği gibi ‘bildiğim tek şey bir şey bilmediğimdir’. Benim için en anlamlı gün, yeni bir şey öğrendiğim gündür. Hiçbir şey öğrenilmemiş gün, boşa geçmiş yavan bir gündür derim. İnsanın ancak öğrenerek tekamül edeceğini inanıyorum. Ama günümüz gençlerini bu hususta çok aceleci buluyorum, gerçi her konuda aceleciler ya. Hemen duvarları yıkmak istiyorlar. Nelerle karşılaşacaksın? Bu durumlara hazır mısın, donanımlı mısın?  Palas pandıras hayata atılmak istiyorlar, parolaları da ‘anı yaşa’. Tamam benim de hep savunduğum, arkasında durduğum ve sıkça kullandığım bir lafta vardır ‘hayat ertelenecek bir şey değildir’ derim. Benzer gibi gözükse de bu kelimelerin içine doldurduğumuz anlamlar farklı. Ben; bugün bir arkadaşını görmek istiyorsan git gör erteleme yarın olmayabilir, yeni bir kelime mi duydun anlamını bilmeden ömrünü geçirme git sözlükten oku öğren, babana hala onu sevdiğini söylemediysen git söyle sonra pişman olabilirsin gibi ve benzer anlamlarda kullanıyorum bu lafı. Yani anlayabileceğiniz gibi hiç biri imkansız, yapılamayacak, insanı zorlayan durumlar değil. Keza ‘anı yaşa’ bana çok tehlikeli gibi geliyor. Bu iki sözcük risk, belirsizlik ve tehlike kokuyor. Anı yaşamaya  hazır mısınız. An, o an, yaşanan ve yaşanamayan o an ve belki son an. Sınırlarda gezmek gibi.   

Sınırlarınızı başkalarının belirlemesine izin vermeyin. Sınırlarınızı kendiniz belirleyin ve kendiniz olun. Zamanı geldiğinde duvar kendiliğinden yıkılır zaten.  

Arzu ÇAĞLIBULANIK (2003)

20 Ekim 2011 Perşembe

Terör Kuyruğu ve Duyarsızlaşma

Okura; Bu yazı çok kişiye ulaşabilmesi, okuyanı yormadan hemen anlaşılır olması adına, ciddi ve uzun bir konuyu, özetlemek amacı ile  kullanılabilecek en yalın bir dil, net ifadeler ve hatta yer yer argo kullanılarak kaleme alınmıştır.

Duyarsızım! Duyarsızlaştım. Ne burnum sızladı, nede gözümden bir damla gözyaşı aktı. İçim acımıyor, tepkisizim. Kimse benden 25 senedir yaşadığım, tanık olduğum, haberdar olduğum, maruz kaldığım bir acı karşısında tepki vermemi bekleyemez. Buna duyarsızlaşma denir. Bugün ajanslar, ha 2 demiş, 24 ya da 26,  hatta 125 benim için bir şey ifade etmiyor. Doğru kayıtsa şayet, şimdiye değin 6650’yi buldu. Nedir bu rakamlar? Türkiye’de teröre kurban edilmiş ŞEHİT sayısı. Bireylerin, kamunun, medyanın, TV’nin tavrı da beni ilgilendirmiyor. İnsanlar dilerlerse işlerini yaparlar, devam edebilirler hayata. Beni benim tercihim ilgilendiriyor. Sosyal medyada ki, sitemleri, küfürleri, lanetleri, siyah kurdeleli, bayraklı profilleri, hatta gözyaşlarını samimi bulmuyorum. Yerini ertesi gün, yine yandan çekilmiş bir fotoğrafın alacağını, eğlenceli videoların, fıkraların, karikatürlerin, vs paylaşımına bırakacak. Balık hafızalı bir milletin bireyleri, bugün matem ilan et, yas tut, yarın kaldığın yerden devam et. En büyük meselemiz samimiyetsizliğimiz. Yaptığı seçimlerle, (sunulan seçeneklerle) protesto etmek.
Akademisyenlerin kullandığı çetrefilli lisandan yıllardır sıtkı sıyrılmış biri olarak, çok sade, net ve anlaşılır bir şekilde yazmaya devam ediyorum. ABD’nin 60 sene önce kurduğu ‘psikolojik savaş merkezi’ kusursuz bir şekilde çalışıyor ve aksaklık yaşamadan adım adım planlarını hayata geçiriyor. 15 sene önce küçük harflerle, pek az kişiyle konuştuğumuz ‘Büyük Ortadoğu Projesini’ duymayan sağır sultan kalmadı. Coğrafi konum olarak, bu projeden sıyrılmamız mümkün olmadı. ABD’yi ayakta tutan, silah, sinema ve ilaç sanayidir. Ve bu 3 dev endüstrinin büyük çoğunluğu Yahudilerin elindedir ve Yahudi Lobisi olarak ABD’nin arkasında ki, gerçek güç ve karar mekanizmasıdır. Bu çok paralı amcaların, dünya haritasına baktıklarında canları çok sıkılmaktadır. Dünyanın en güçlü ve en çok kazandıran sanayilerini elinde tutmalarına rağmen haritadaki küçük kara onlar için yeterli değildir. Hem para kazanmaya devam edebilir, hem de daha fazla toprak sahibi olabilirlerdi. Proje 1980 yılında start aldı. İran ve Irak savaştırıldı, kendi sattıkları silahlar ile. Galibi olmayan ve 8 yıl süren bir savaş. Orta doğunun zemini sallandırılmıştı. 2 Sene sonra, ABD öncülüğünde ve 1 sene süren Irak-Kuveyt arasında Körfez savaşı ile devam etti. Aradan 10 sene geçtikten sonra kana susayan ABD, aslında projeye devam edebilmek için Orta doğuya burnunu sokmak için bir sebep yarattı. Radikal bir kararla, en can alıcı darbeyi kendilerine yaptılar. Sorun değildi, yenisini yapmak hiç sorun olmayacak öte yandan dünya kamuoyunda onları %100 haklı gösterecek bir vaka yarattılar. İkiz kulelerini yerle bir ettiler. Bir kaç Arap kullanarak elbette, inandırıcı olması için. 2001’de önce Afganistan’ı hedef aldı ve sözde düşmanları Bin Ladin ve Talibani’yi etkisiz hale getirdi. Hemen 2003’de, Irak’ın tehdit oluşturduğuna kanaat getirdi. Nükleer silahları olduğu halüsinasyonlarına kapılarak Irak’ı işgal etti. Nükleer silahlar yoktu. Muhtemelen Saddam kaçarken poposuna sokmuştu. Sonra dünyanın gözü önünde, küçük düşürecek şekilde, yakalanması, bit kontrolü, diş kontrolü ve bir bayram sabahı asarak idamını Müslümanları rencide edecek şekilde gerçekleştirdi. Benim şahsi fikrim, asılanın, Saddam değil, benzerlerinden biri olduğudur. 2010 yılında İran’a müdahaleleri olmuş ama İran kafa tutmuştur. Zira İran, Irak gibi sonradan haritada çizilmiş bir ülke değil, Pers İmparatorluğunu devamıdır. ABD politika olarak, pis işlere elini bulaştırdıktan sonra, dünya kamuoyunda güven tazelemek, sempati toplamak için bir süre geri çekilir. Başkan seçimleri de, bu politika ile yapılır. Projelerine uygun olarak, pis işlere uygun Bush gibi karakterleri seçer. Geri çekildiğinde, dünyada sempati uyandıracak Clinton gibi karakterleri. Bu kimlikler, bu roller için uygundur.  Büyük Orta Doğu Projesi, Suriye ile devam edecektir bir bahane ile. Projeye son adresi ise Türkiye’dir. Kimse Sam Amca’ya, ‘senin Orta Doğudaki hiç bir ülkeyle sınırın yoktur, tarafınıza oluşan bir tehdit yoktur ve sen dünyanın jandarması değilsin hacı!’ demediği sürece Sam Amca silah satarak ve kullanarak, dibine kadar kullandığı kaynakları tükenmek üzere olduğu için, petrol, su için verimli topraklar Mezopotamya’ya doğru ilerlemeye devam edecektir. Zaten bakması gereken bir de üvey kardeşi vardır ama üvey kardeş İngiltere her konuda arkasındadır.
Sözde demokrasi altında, ABD mandalığında yönetilen bir ülkenin, terörden kurtulması tabi olduğu ülkenin inisiyatifidir. Viyana kapılarına dayanmış, dünyaya hükmetmiş, 622 yıl hüküm sürmüş bir imparatorluktan gelip, 1923’den beri de tam bağımsız, demokrasi ile yönetilen bir ülke olarak varlığını sürdüren Türkiye Cumhuriyeti( 88 yıllık tam bağımsız bir ülke cümlesi kuramadığım için sadece başlangıç tarihini yazdım) ve yekünde 700 yıllık bir devlet, ABD ve AB’ye karşı etek öpen, tavizkar tutumlar sergiliyor. Bugünkü resme, gündeme gelirsek, yetersiz, kifayetsiz, yaptırımdan uzak bir idare (hatta irade) ile karşı karşıyayız. 1988’den beri tüm hükümetler, aynı kelimelerle terör konusunu savuşturmuştur. ‘Hesabı sorulacaktır!’ ve ‘Bıçak kemiğe dayanmıştır!’ söylemleri ile açıkça savuşturmuştur! Bu hükümetler ve devlet yetersizliğini defalarca kanıtlamıştır. Hesap sorulmamıştır (sorulamamıştır) ve bu dayanan bıçak kesinlikle kördür!
PKK,  ABD güdümlü bir Kürt örgütüdür ama bu örgüt, tüm Kürtlerin dahil olduğu ve hedef gösterileceği bir yapı değildir.Ama şu sorundur ki, çok zengin bir dil olan Kürtçeyi kullanan, şarkılar yapan, kitaplar yazan, radyosu - televizyonu olan, siyasetin içinde bilfiil bulunan, mebus olan, başbakan olan, cumhurbaşkanı olan Kürtlerde, hiç bir gerçek aydın, düşünürün çıkıp, ‘Biz bu coğrafyada yüzyıllardır kardeş gibi beraber yaşadık, bizim meselemiz yoktur, ABD’nin oyununa gelmeyin, kuklası olmayın’ yönünde barışçıl örgütleme sağlayamamıştır. Kürdistan ütopyası, sadece bir kara parçası olarak kalacaktır. Büyük kentlerde yaşayan hiç bir Kürt, evini, işini, sosyal çevresini bırakıp göç etmeyecektir.  Devlet olmak, sanayileşmek, ticaret, eğitim, sağlık, hukuk sistemi kurmak demektir. 10’ar çocuk doğurarak nüfus artışını sağlamak ve kendi lisanınızın olması, devlet gerekliliği için yeterli değildir. Devlet kuracak paranız var ise, neden ağırlıklı olarak yaşadığınız Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin koşullardan şikayetçi olduğunuz, yaşadığınız bölgeye iyileştirme için neden kullanmadınız diye sorma hakkı doğar. Yo bizim devlet kuracak paramız yok, ama devletleşmek istiyoruz diyorsanız. İkinci bir soru sorma hakkı doğar. Pekiyi size bu devleti kim kuracak?
Terörü durdurma, yüksek bir irade, kararlılık ve yaptırım siyaseti ile gerçekleşir. ABD’nin PKK’yı örgütlemesinin ve silah satışının durdurulması öncelikle yapılması gereken dış politikadır. Hali hazırda yakalanmış ve tutuklu bulunan PKK terör örgütü başı Abdullah Öcalan ile ilgili olarak ABD’ye, Avrupa’ya ve İnsan Haklarına Mahkemesine rest çekilmeli ‘Bu bizim iç meselemizdir, ister yargılarım, ister asarım, ister yakarım, ister götüne fitil atarım’ denmelidir. Kürt vatandaşlara verilmesi gereken mesaj ise ’Daha fazla hatanıza tolerans gösterilmeyecektir. Sınırları ve yönetimi belli olan bu ülke içinde, Çerkezler, Abazalar, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Levantenler, Museviler, Lazlar, Abazalar, Boşnaklar ve diğer göçmenler gibi sulh içinde, doğup büyüdüğünüz bu memlekette yaşarsınız. Ya da mezarlıklarda ki geçmişlerinizi bırakıp başka bir ülkeye ister göç edin, ister iltica yolunuz açıktır.’  

18 Ekim 2011 Salı

İstatistik

Rakamlar, oranlar, kıyaslamalar, dengeler ve istatistik. Tüm dünyada geçerli olan ve Türkiye'nin de dahil olduğu istatistikler. Dünyada yapılan falanca araştımaya göre Türkiye 179. sırada, falanca araştırmaya göre 2. sırada. Kredi borcu, sigara tüketimi, sosyal ağ kullanıcısı, okuma oranı, sağlık vs vs. Şimdiye kadar, Türkiye'nin kıyaslandığı kaç tane istatistik bilgisi okudum, işittim hatırlamıyorum nede Türkiye'nin sıralamsını. Bütün bu bilgiler kuşkusuz önemli ve arşivlenerek kayıt altına alnıyor ve ihtiyaç duyduğumuzda bu hazır bilgilere ulaşabilmek de fevkalade. Bu istatistiklerin birey üzerinde hiç bir etkisi olmadığı kanaatim kesindir. Bireysel ve buna bağlı toplumsal bir bilinç oluşturduğunu hiç sanmıyorum. Verilen istatistiğe göre dünyada en fazla televizyon seyreden Türklermiş 'bari ben izlemeyeyim', facebook sosyal ağını en sık kullanan 2. memleketmişimiz 'bari ben kullanmayayım' sağlığını ihmal eden 78. ülkeymişiz 'ben gidip bir check-up yaptırayım' gibi benzer yaptırımlara sevk etmiyor bu istatistikler. Türkiye'de tek bir istatistik akılda kalmıştır ve asla unutulmayacaktır. Aziz Nesin'in istatistiği Türk insanının %60'ı aptaldır.

Not: Yukarıda ki tüm rakamlar farazidir.

13 Ekim 2011 Perşembe

Facebook Jargonu

Facebook Jargonu;

Uzun cümleler kurma : Okumayı sevmeyen bir toplum olduğumuzu unutma. Yazdıkların alameti farika da olsa, hayati önem taşısa da, dünyayı yerinden oynatacak yada çok ilginç olsada, okumayız, sıkılırız, canımız istemez, vaktimiz de olmayabilir.

Ciddi bir mevzulardan bahsetme : Sen istediğin kadar ciddi bir konudan bahset, biz konun dışına çıkmayı ustalıkla başarırız. Tartışmayı ve münazarayı aslen çok seven ama üslubu hakkında sıkıntı yaşayan bir toplum olduğumuzu unutma. Tartışmada asıl konuda da kalmak büyük sıkıntı yaratır bizde, bir konuyu araç edip  başka konulara sıçramak isteriz. Ve konu ne olursa olsun, konuyu belden aşağıya çeker ve ne yapıp edip boka sardırırız.

Kendin gibi olma: Sen istediğin kadar kendin ol, biz burada dışa vuramadığımız kişiliğimizi dışa vururuz, fütürsuzca küfür eder, insanların yüzüne söylemediklerimizi buradan rahatça yazarız. Olmasakda, burada, istersek vatanperver, istersek milliyetçi, istersek marjinal, istersek hayvansever, istersek çevreci ve niceleri oluruz. 

Eleştirme : Biz burada onaylanmak, pofpoflanmak, her yazdığımızın ve paylaştığımızn beğenilmesi için buradayız aksi olsa bir dakika durmayız zaten. Kendimle yüzleşmek istemiyorum, buna zorlama, zor işleri sevmiyoruz. hele ki kafa yoranı. Beni hatalarımla onayla, hatalarımı yanlışlarımı bulup çıkarma ve beni 685 kişiye madara etme. Karizmamın zedelenmesi en son istediğim şeydir, hemen seni siler ve bloklarım. 

Düzgün Türkçe kullanma : Kendimizi okulda gibi hissetmek istemiyoruz, mezun olalı 20 sene olsa da bu böyle.İmla kuralları, -de'ler -da'lar vs vs çok uğraştırır, konuştuğumuz gibi yazarız, hatta konuşmadığımız gibi bile yazarız. Hem alfabenin 29 harf olması yetersiz,  w ve q harflerini de kattık. Yani, anlayacağın biz bozuk Türkçeyi sempatik buluyoruz, bize didaktik yaklaşımı bırak. 

Bilgi paylaşma : Bilgi okulda az biraz verilir, onuda istediğimiz kadarını alıyoruz, aldık bitti, yeni bir şey öğrenmek gereksiz, ne işime yaracağınız bilmediğim, ne zaman kullanacağımı bilmediğim bilgiyle niye kafamı doldurayım, eğlenceli videolar, fıkralar bana yetiyor. Ansiklopedi ve kütüphane sözcüğü bir çoğumuza yabancı geliyor. Hemen hemen, bütün yazarların, şairlerin, düşünürlerin adını ve bir kaç sözünü öğrendik bunlar bizi bayağı idare eder, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmakta fena sayılmaz hani. Bir bilginin 3 kişi tarafından paylaşılması doğruluğu için bize yeterlidir, araştırma zaman kaybıdır. Yani, bilgiye aslen dibine kadar aç ama reddeden insanlarız unutma.

9 Ekim 2011 Pazar

Diziler Bitti Okeye Döndü

Türkiye'de sanayileşen, büyüyen dizi sektörü aslen bitti okeye döndü ama hala bittiğinin farkında değil. Çünkü senaryo bitti. Yaratıcı ve ilginç fikirler zaten olmadı, mevcut kaynaklar da tüketildi. Hayatta olmayan yazarların, romanları, hikayeleri kullanıldı bitti. bizim hikayeler bitti, Monte Christo Kontu (EZEL) bile kullanıldı. Eski yeşilcam filimleri uyarlanıyor şimdilerde. Çok kaynak yok o da yakında tükenecek. Amerikan yapımlarına el atılıyor zaman zaman, deneniyor. En son Umutsuz Ev Kadınları yapıldı. Amerikan hikayesini Türk'leştiremezsin, eğreti kalır. Ama yapımcı Fatih Aksoy'un riske atacak parası ver demek ki denemek istedi. Halbu ki, iz bırakan hikayelere bakarsak, İkinci Bahar, Yedi Tepe İstanbul, Süper Baba gibi, bizim hikayelerimiz seyirciyle buluşan. Uyarlamalardan imtina etmek gerek, samimi, sahici olmuyor ve seyircinin yüreğine değmiyor yada güldürmüyor. Big Bang Theory'yi, Sarah Silverman Program'ı Dexter'ı uyarlabilir misin, bu hikayeleri Türkleştirebilri misin? Ancak abesle iştigal olur. Öte yandan, Doğu hikayeleri kan kaybetsede, denenmeye çalışıyor hala bir kaç kanalda. Aslında işlenecek tema 10'u geçmiyor. Yeni sezonda yeni bir dizi başlıyor, bakıyorsun nasıl bir iş çıkmış diye, bakıyorsun ki, bir önceki sezonun 3 dizisnin senaryosu harmanlamış yeni bir iş gibi ortaya konmuş. Bugün 'Gün Akşam Oldu' dizisini seyrettim, sadece Filiz Akın'ın yüzü suyu hürmetine. Bu hikaye hiç yabancı değil sonra hatırladım 'Yengeç Sepeti' filmini hikayesi. Tükettik, söylecek bir sözümüz, anlatacak bir hikayemiz yok artık dizi adı altında. Bütün bu işlerde ciddi emek, büyük bütçeler var. Bütün bu kaynaklar birleştirilse Hollywood'a meydan okuyacak filimler yapılabilir. Her hafta bir filim uzunluğunda, sündüre sündüre bir hikayeyi anlatacağına, o hikayeyi uzun metrajlı filim yap, ama hakkıya yap, yurt dışına sat daha fazla para kazanırsın, tv kanalların verdiğinden. İzleyenlere iyi seyirler.

Kuzey-Güney (8-9-2011 tarihli yazım)

Ben oldukça geç kaldım yazmak için. Bilen bilir yılların birikimini. Bugün kendime başla dedim ve başladım. Söylecek çok kelamım var ama bir yerden başlamak gerek. Bende bugün tv de izlediğim yeni bir diziden  başlayayım dedim. Yeni yayın sezonu başladı, dizi bombarıdımı da. Nefes almadan ardı ardına her kanalda. Elbette bir çoğu elemine olacak, seyirciye ulaşamadığından, 3-5 bölüm sonra yayından kalkacak,, kimi gün saat değişikleri ile direnecek. Neyse bildiğiniz mevzular. Kanal D yine iyi bir diziye ev sahipliği yapmış. Tutacağı, yani izleneceği kesin. Cast başarılı, ivme düşerse ilerleyen bölümlerde casta takviye gelebilir elbette. Dizinin psikolojik analiz,ne gelelim. Otoriter, despot, ailesini koruma duygusu ağır basan,ama bir o kadar da  iletişim kuramayan bir baba ve buna bağlı sindirilmiş bir anne. Lakin ilerleyen bölümlerde gelişen olaylar karşılığında, rest çekeceğini, tavrının değişceğini öngörüyorum. Ve bu ortamda yetişmiş 2 erkek çocuğu. İletişm kuramadığı için bastırılmış duygusallığını, öfke patlamalarıyla yaşayan, agresif ve saldırgan, ezikliğini saklamaya çalışan, madem öyle hep öbür uçda olayım seçimi yapan Kuzey karakteri. Gerilimden uzak durmak, ailesinden tepki almamayı tercih etmiş, aslında pasif agresif olan, iyi çocuk olmayı seçmiş, fedakar gibi gözüksede aslında ona fedakarlık edilen Güney karakteri. Kuzey ve Güney, Amerika iç savaşının adıdır (diğer adı Gri - Mavi) bu dizide bir iç savaş olacağını kestiriyorsunuz. Daha önce görmediğim yeni bir yüz Güney'in sevgilisi, oyunculuğumnu ilerleyen bölümlerde göreceğiz sanırım. Kız karakteri sağlam gözüksede, hırslı annesinin müdaheleleri kafasını karıştıracak gibi. Kıvanç Tatlıtuğ'un yine bahtı yengeden yana (Behlül) yatağında başkaları olsada, yine kalbi yasak ilişki peşinde:) Kıvanç Tatlıtuğ'un oyunculuğunda kuantum sıçraması yaşanmış adeta. Artık oldu Kıvanç Tatlıtuğ aktör oldu. Disiplenle devam eder ve kendini tekrarlamazsa Türkiye'nin Brad Pitt'i olacaktır. Mimikleri, ifadeleri, vücut dili rolüyle ötrüşmüş, ilerleyen bölümlerde daha da oturacağı kesin. Bade İşçil'in şımarık, zengin, babasının sevgili biricik kızı rolünden ilerleyen bölümlerde başka türlü samimi performanslar bekliyorum. Herkese sevgiler, iyi seyirler